Sanayinin İlkleri - Teşvik-i Sanayi Kanunu


Sanayi Devrimi, dünyanın yönünü ekonomik ve toplumsal olarak değiştirmesinin yanı sıra, şüphesiz, devletlerin güç unsurlarını ve uluslararası siyasal dengeyi de değiştirdi. Makineleşme sonucunda üretim süreçlerinde meydana gelen gelişmeler, devrime öncülük eden devletlerin sermaye birikimine katkı sağlarken, yeniliklere ayak uyduramayanların “çeşitli açılardan sömürge” haline gelmesine sebep oldu. Sanayileşmenin gerisinde kalmış Osmanlı Devleti’nin çöküşünü hızlandıran unsurlardan biri de böylece dünya konjonktürü içinde kendiliğinden doğmuş oldu. Sanayileşen ülkelerin pazara bol ve ucuz mal arz etmesi, bir zamanların en güçlü devletlerinden biri olan Osmanlı’nın Avrupa ülkeleriyle rekabet etme gücünü kırıyordu. Öte yandan, Osmanlı ekonomisi üzerinde Demokles’in kılıcı gibi duran kapitülasyonlar ve dış borçlar Avrupa ülkeleriyle aradaki makasın açılmasına sebep oluyordu. Osmanlı, buna rağmen, sanayileşmeyi teşvik yolunda çeşitli adımlar attı. Devlet yöneticileri, 1913 yılında çıkarılan ve sanayi teşvik tedbirleri alınmasını öngören “Teşvik-i Sanayi Kanun-ı Muvakkatı” adlı geçici yasa ile yerli üretimin desteklenmesini ve milli ekonominin güçlendirilmesini amaçlıyordu. Ancak 15 yıl yürürlükte kalan bu yasadan, büyük ölçüde, Osmanlı topraklarında yaşayan yabancılara ait 280 kuruluş yararlandı. 1913 ve 1915 sayımına göre imalat sanayinde faaliyet gösteren kuruluşların çoğunluğu yabancıların elindeydi. Sonunda, Birinci Dünya Savaşı’nın da patlak vermesiyle Osmanlı sanayii korunamaz ve desteklenemez oldu. İçeride ve dışarıda vuku bulan siyasal ve askeri olaylar, tüm ekonomik faaliyetleri etkiliyordu. Anadolu topraklarında 1914’te başlayan kanlı süreç, ancak 1923’te ulusal bağımsızlık savaşının Kuvayı Milliye lehine sonuçlanması ve Lozan’ın imzalanmasıyla son bulacaktı.

Türkiye için siyasal bağımsızlık belgelendikten sonra, sıra ekonomik bağımsızlığın sağlanmasındaydı. 1923 tarihli İzmir İktisat Kongresi’nde sanayi grubunun dile getirdiği talepler, ülke sanayinin kalkınması için yol haritası olacaktı. Grup özetle, alımda yerli malına öncelik tanınmasını, gümrük uygulamalarıyla yerli ürünlerin korunmasını, kalifiye eleman yetişmesi için çırak okulları açılmasını ve finansa erişimde üreticinin yanında olacak bir sanayi bankası kurulmasını istiyordu. Bugün değerlendirdiğimizde dahi geçerliliğini koruyan bu talepler, yalnızca sanayileşmenin değil, iktisadi gücün de anahtarını taşıyordu. İktisat Kongresi’nde, talepler doğrultusunda alınan kararlar 1927 yılında kabul edilen Teşvik-i Sanayi Kanunu’nun temelini oluşturacaktı. Nihayet bu kanun, 1913 yılında kabul edilen aynı isimli kanunun kapsamını genişleterek, yurt genelinde üretimin millileşmesini amaçlıyordu.

Teşvik-i Sanayi Kanunu, yurt içinde bulunan sermayedarların üretime yönelmesinin ve ekonomik faaliyetlerde katma değer üretilmesinin devlet tarafından teminat altına alınması anlamına geliyordu. Bu yolla, Osmanlı’dan miras kalan ticari yapı da değiştirilecekti. Sanayi girişimleri ve maden işletmeleri geniş istihdam hacmine sahip olması ve üretim odaklı kalkınma modeline yönelik olması bakımından önem arz ediyordu. Bu yüzden, Kanun, sanayi ve maden müteşebbislerine geniş imkânlar sunuyordu. Kanun’a göre, sanayileşmeye yönelik arazi sorununun çözümü için, işletme kurmak isteyenlere belediye sınırlarında ücretsiz arazi tahsisi sağlanıyor; arazi belediye sınırları dışındaysa arazi bedelinin 10 yıla yayılarak ödenmesi öngörülüyordu. Arazi ve yapılar belli başlı belediye ödemelerinden ve kazanç vergilerinden muaftı. Bu işletmelerin kurulması için gerekli tüm inşaat malzemeleri ve üretime başlamak için gereken hammadde-teçhizat eğer yurt dışından getiriliyorsa gümrük vergisine konu olmayacaktı. Bu maddelerin nakliyesi de her türlü vergiden muaf tutuluyordu. İşletmelerin kurulması için gerekli malzemelerin taşınması için kullanılacak olan demir ve deniz yolları %30 indirimli olarak hizmete sunulacaktı. Anlaşıldığı üzere, bu kuruluşların üretime geçmesi için her türlü kolaylık devletçe sağlanıyordu.

Kurulan sanayi ve maden işletmelerinin faaliyetlerine devam etmesi için de birtakım önlemler alınmıştı. Teşvik-i Sanayi Kanunu, Bakanlar Kurulu’na girişimciler lehine bazı yetkiler veriyordu. Bu yetkiler arasında bulunan, mamul maddelerin taşınmasında indirimli tarife uygulanması ve girişimcilere ürettikleri malın %10’u oranında prim verilmesi gibi uygulamalar, devamlılığın sağlanmasını ve üretimin sürdürülebilir hale gelmesini amaçlıyordu. Devamlılığın önemli bir ayağı da üretilen malların talep görmesiydi. Tüm kamu kurumları, dışardan temin edeceği tüm malların yerli malı olmasını gözetecekti. Alınacak malın ithal alternatifi olsa ve Kanun’dan yararlanan işletmelerin ürettiği yerli ürün %10 pahalı bile olsa yerli olan tercih edilecekti. O yıllarda kamuoyunu bilgilendirmek amacıyla devlet yöneticilerinin kullandığı dil de, Kanun’a paralel olarak, tasarrufu ve yerli malını teşvik etmeye yönelikti.

Sanayileşme hareketlerinin bir toplumsal standart halini alması amacıyla çıkarılan ve tekellerin Anadolu’daki sermayedarlara açılmasını sağlayan bu kanundan 453 kuruluş yararlandı. Ancak, savaşın ertesinde yapılan bu hamlenin istenen sonucu vermesi için topyekûn iyileştirme gerektiren bazı eksiklikler bulunuyordu. Sanayi kuruluşlarına uygun altyapının olmaması, savaştan etkilenen nüfusun işgücü kaybını henüz tamamlayamamış olması, eğitim sisteminden kaynaklı okuryazar oranının düşük olması, teknik personel yetersizliği ve sermaye birikiminin az olmasından kaynaklı girişimci eksikliği gibi konular, bu kanunla beklenen ivmenin yakalanmasında engel teşkil etmişti. Buna rağmen, bu kanundan yararlanan girişimcilerin kurduğu sanayi tesisleri, Atatürk dönemi ve sonrası Türkiye ekonomi politikasında önemli bir yere ve ekonomik hacme sahiptir.

Cumhuriyet tarihine bakarsanız, ne sanayileşmenin ne de eğitimin tek başına planlandığını görebilirsiniz. Sebebi, Teşvik-i Sanayi Kanunu’nun sonuç vermesini engelleyecek faktörlerin ortadan kaldırılmak istenmesidir. Kalkınma, insanın olduğu her alanda aynı anda, eşgüdüm içerisinde olmalıdır. Bu anlayış, Türk modernleşmesinin çok yönlülüğünün apaçık ve akılda kalıcı bir izahıdır. Zira toplumun her kesimine kucak açmayan, nitelikli eğitimi desteklemeyen ve eğitimden beslenmeyen sanayileşme gün sonunda arazi işgaline yol açan beton yığınlarından yahut yozlaşmış zenginliğe yol açmaktan öteye geçemeyecektir.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Tamiri Mümkün

Yaşam Hakkı ve Adaylık Tartışması Üzerine