Tamiri Mümkün


11.02.2023

Bilgisayar başına oturup yazmaya başladığımda enkaz altından çıkarılmasını umutla beklediğimiz arkadaşlarımız vardı. Yazıyı tamamladım, bir türlü yayınlamadım. Gencecik ve yaşadığı toplum için durmaksızın mücadele eden iki arkadaşım, Duygu ve Derya artık hayatta değil. Bu yazı, onlara ve kaybettiğimiz tüm insanlarımıza bir söz olsun.

Yaşadığımız büyük felaket, Türkiye'ye hem fiziksel hem de ruhsal açıdan derin yaralar açtı. Uzun vadede akıllıca planlanmış bir sosyolojik ve ekonomik tedaviye ihtiyacımız olacak. Muhakkak iyileşeceğiz. Bölgede hayatı yeniden kuracağız. Tüm bu acıların üstesinden dayanışmayla geleceğiz. İyileşirken unutmamamız gereken birkaç şeyi anlatacağım size bu yazıda, tarihe not. 

Israrla vurguluyoruz ki felaket, depremden kaynaklanmıyor. Felaket, deprem kuşağında olan ülkemizin afete hazırlıklı olmamasından kaynaklanıyor. Bu yüzden, bugün yaşadığımız acıyı tariflerken, “ona giden” ve “onun bulunduğu” yolu doğru anlamakta fayda var.


Acıya giden yol 

Türkiye, çakılan her çivi için hayati önlem alınması gereken bir coğrafya. Zira fay hattı üzerinde konumlanan bu ülkede deprem, mevsimsel olaylar kadar gerçek ve kaçınılmaz. Dolayısıyla geçmiş acı tecrübelerden ders çıkarılması ve yeni kıyametlerin kopmaması için olağanüstü önlemler alınması gerekiyor. Binaların güçlendirilmesi, yeni yapıların depreme uygun inşa edilmesi, denetimlerin disiplinli biçimde yürütülmesi ve kamuoyunda afet farkındalığının oluşturulması yaşanacak büyük felaketlerin önüne geçebilir. Kamu kurumları, belediyeler ve akademi iş birliğiyle çizilen şehir planları, şiddetli sarsıntılarda binalardan kaynaklı can kaybı olmasını engelleyebilir. Afet farkındalık çalışmalarıyla ve erken uyarı sistemleriyle, insanlar deprem anında doğru davranış geliştirme pratikleri edinebilir. Bilimsel proje uygulamalarıyla doğal afetlerin verdiği zararı en aza indirmeyi başarmış ülkeler var. Deprem önlemleri konusunda da tüm dünyanın gıptayla izlediği Japonya’yı iyi analiz etmek gerekiyor. Japonya, 7.3’lük bir deprem sonrasında dört can kaybıyla hayatına kaldığı yerden devam ederken, Türkiye -ben bu yazıyı yazarken- 18 bin kişiyi felakete kurban verdi, ekonomik ve sosyolojik açıdan ne zaman ayağa kalkacağıysa meçhul. Daha iyi anlamak için, tablodaki değişkenlere ters açıdan bakalım: Japonya’da 15-16 bin kişinin hayatını kaybettiği 2011 tarihli “Büyük Doğu Japonya Depremi” 9.0 şiddetindeydi. Can kaybının fazla olmasında boyu 37 metreyi aşan tsunami dalgalarının da etkisi olduğunu hatırlamak gerek. Türkiye’de bu senaryoyu tahayyül etmek bile ürpertiye sebep oluyor. Hal böyleyken, sorumluluk almaksızın “doğal afet kaderdir” anlayışı içinde olmak, idare sorumluluğuyla bağdaşmıyor. Türkiye bilimsellikten uzak yapılaşması ve ahbap-çavuş ilişkisi içerisinde plansızca diktiği her binanın bedelini binlerce yurttaşın canıyla ödüyor. Oysaki o yurttaşlar 1999 yılından bu yana, devlet deprem önlemlerini alsın diye vergi veriyordu, ne oldu? 88 milyar liranın nereye gittiğini sorgulamak, verilemeyen cevapları asla unutmamak bir yurttaşlık ödevi. Sormaya ve unutmamaya devam edeceğiz. 


Acının olduğu yol

Bundan sonrası “acının olduğu” yol...

10 şehrin yıkıldığı ilk gün, Erdoğan’ın deprem bölgesindeki tüm belediyeleri arayıp CHP’li belediyeleri aramaması ve bunun Twitter kurumsal hesabından ilan edilmesi, gizlenmeye gerek duyulmamış bir ayrımın göstergesiydi. Depreme hazırlık esnasında yok sayılan ve proje teklifleri yanıtsız bırakılan belediyeler, deprem sonrasında da yok sayılmaya devam ediyordu. Nitekim, Hatay’ın tek başınalığı, sanıyorum ki kamu vicdanını derinden yaralayan birkaç olaydan biridir. İktidar partisi ve devlet kurumları söylem birliği içerisinde “her yere ulaştık, her şey kontrol altında” imajı çizerken, Hatay’dan ilk iki günde gelen haberler durumun anlatılan gibi olmadığını doğruluyordu. Eşi görülmemiş bu büyük felakette, böylesine hazırlıksız bir idarenin bir anda tüm noktalara ulaşması elbette beklenemez. Bu noktada devletin tüm belediyeler, siyasi partiler ve gönüllülerden destek alması, iş birliği çağrısında bulunması gerekir. Çünkü devlet aygıtlarının yetişemediği noktalarda bu grupların desteği hayati önem taşır. Ne yazık ki Türkiye’de on yıllardır devletin her kademesine sirayet eden ayrımcı tutum ve kibir bugün de bu iş birliğinin önüne geçti. AFAD dışında hiçbir grubun koordinasyonuna müsaade edilmeyeceğini açık açık ifade eden bu kibir, AFAD’ın da yetersiz kalmasıyla enkazın altında hayata tutunmaya çalışan binlerce insanı soğuktan ve açlıktan ölmeye mahkum etti. Bu kibir, yardım için bölgeye giden İBB Başkanı ve ekiplerini, gözü yaşlı depremzedelerin sözlerini yarıda kesme pahasına kentten kovmaya çalıştı. Bu kibir, yardım götüren “muhalif belediye” tırlarının afişlerini valilik afişleriyle değiştirerek devlete puan sağlamaya çalışacak kadar küçük oyunları bize izletti. Bu kibrin çaresiz ve saldırganca izlediği yollar arasında en acısı, en akıl almayanı da kritik saatler sürerken Twitter’ın tam 9,5 saat boyunca erişime kapatılması oldu. Böylece Twitter desteğiyle enkaz altından yardım talebi gönderen kişiler ve yakınlarını kurtarmak için bu platformda organize olan depremzedeler yine çaresizliğe mahkum edildi. Dakikalarla yarışılan bir kriz anında iletişim kanallarının kısıtlanması,  beceriksizlikten ve kibirden çok daha fazlasıyla ifade edilebilir elbette, edilmelidir. Hoş, Twitter açıkken de iletişimin sorunsuz akmadığı alanlar vardı. Kızılay’dan ve AFAD’dan bilgi almak isteyen çok takipçili Twitter kullanıcıları, zamanında eleştirdikleri için bu kurumların hesapları tarafından “engellendiğini” gördü. Afet gibi olağanüstü durumlarda halka ulaşmak amacıyla hizmet veren devlet kurumlarının herhangi bir zamanda, tek bir yurttaşa dahi küsmek gibi bir lüksü yoktur. Bunun adı başıbozukluk ve denetimsizlik olur. Liyakatsiz atamalarla kamu görevlisi olan kişilerin halka hizmet sorumluluğuyla hareket etmesi beklenemezdi. Zira, sorumlu oldukları kişiler halk değil. Kamu kurumlarının takındığı bu ayrımcı yaklaşım, bana sıklıkla Turgut Özal ile çok güvendiği memurları arasındaki benzerliği anımsatıyor. Bu onun kat be kat fazlası.

Öyle görünüyor ki acının olduğu yol Türkiye için çok uzun. Halk, çaresizliğin ve üzüntünün ince ince işlendiği bu yolda yaralarını sarmaya çabalayacak. Saracak da... Dayanışmanın önünde sonsuza dek durabilen bir set hiçbir zaman olmadı. Kaybettiklerimiz için, mücadeleyi omuz omuza büyüteceğiz. Mor ve Ötesi'nin söylediği gibi, Tamiri Mümkün. Yeniden doğacağız, güçleneceğiz, ayağa kalkacağız. Yaralar sarılacak elbet, ama kaderciliğe sığınarak sorumluluk almaktan kaçan ve binlerce insanı ölüme mahkum eden bu arsız kibirle de hesaplaşılacak. Yazının yayınlandığı tarihe kadar, bu yazıya sığdıramadığım türlü oyunlarla hepimizi değersizleştirmeye devam eden kibir, halktan çaldığını yerine koyacak.

Hafızalarımızın bu kederi unutmaması dileğiyle…

e.


Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Sanayinin İlkleri - Teşvik-i Sanayi Kanunu

Yaşam Hakkı ve Adaylık Tartışması Üzerine