Derin'in Vedası


Veda etmek zorunda bırakılanlar anısına…

Apartmanın demir kapısından çıktığında gökyüzü parlak lacivert renge bürünmüş, kentin üstünde bir dekor gibi uzanıyordu. Gün doğmak üzereydi. Aşağı inen dar ve uzun yokuşa baktı, yokuşun aşağısındaki deniz her zamanki gibi davetkâr duruyordu. Birkaç adım sonra dikilip koyu mavi manzarayı seyretmeye başladı. O an kusursuz görünen bir uyum vardı sokakta. Çöpleri toplayan işçilerin gelişigüzel fırlatmasıyla devrilen kova yuvarlanarak aşağı inmiş, bir başka çöp tenekesine çarparak durmuştu. Pencerelerin önünde duran minderli küçük taburelere ilişti gözü. Aynı bakışları hissediyordu, sanki hepsi sokağa sıralanmıştı. Taburelerin üstünde oturanların gözü üzerindeymiş gibi irkildi. Küfürler, hakaretler zihninde yankılanıyor; tekmelerin sızısı karnını ağrıtıyordu. Yine de, siyahtan başka rengi göremeyen o gözlerin sahiplerine ne öfke ne kırgınlık duyuyordu o an. Elinde olsa hepsine sarılacak, onları ne kadar özleyeceğini anlatacak ve yıllarının geçtiği bu sokağa tekrar gelmeyeceği için af dileyerek veda edecekti hepsine. O zaman ne yaparlardı ki? Yürekleri biraz olsun burkulur muydu? Gülümsedi. İstemeden yüzünde beliren bu tebessüm hem zihninde dönen soruların cevabı hem hisleriyle savaştığının bir göstergesiydi. Evet, kırgındı. İçlerinde hiç tanımadığı, bir kere bile selamlaşmadığı insanlar vardı. Onlar şimdi ayıplayan bakışların ve sonu gelmez hakaretlerin kendisinde bıraktığı görünmez yara izlerinden bihaber uyuyorlardı. Canının acıdığını hissetti.

İnsanların, önündeki dar sokakta sıralanmış hayallerine duyduğu kırgınlık dayanılmazdı. Bir de gözü gibi baktığı evinden ayrılmak…  Bu, ölümden daha ağır geliyordu. Çimen Apartmanı’nın çatı katında, annesinden kalma, teraslı, ufak bir dairede kalıyordu. Annesiyle büyüdüğü, döşediği ve annesinin son nefesini verdiği bu evde her şey rengârenkti. Duvarlar, evin her yanına saçılmış kıyafetler, okunduktan sonra yerine kaldırılmamış kitaplar, eline üç beş kuruş geçsin diye yaptığı, ama kimsenin almadığı mumluklar ve ayna… Her biri sonsuza dek yaşamak istediği cennetin birer parçası gibiydi. Cehenneme çevirmeselerdi… Terası, gri kartona benzeyen sokağın rengârenk boyanmış ufak bir köşesine benziyordu. Plastik yoğurt kaplarından dönüştürülmüş irili ufaklı saksılarda birbirinden renkli onlarca çiçek büyütmüştü. Çiçekleriyle konuşmayı çok seviyordu. Çocukluğunu hatırladı, çiçekleriyle konuşan annesini… Çocukken çiçeklerle konuşmayı komik bulur, annesiyle alay ederdi. Bunun, kimseyle konuşamadığı zamanlarda, akıl sağlığını kaybetmemek için iyi bir yöntem olduğunu sonradan keşfetmişti. Annesini çok özlüyordu ve ona gösteremediğine inandığı tüm sevgiyi, evinin terasında çiçeklerine göstermişti. Çalıntı sevgi sözcükleriyle, annesini taklit ederek… Teras kapısının karşısında, duvardan duvara, kitaplık duruyordu. Kimseden yardım isteyemeden, günlerce uğraşıp tüm marangozluk işlerini bitirmişti, ama bir türlü yeşile boyayamamıştı o kitaplığı. Kitaplıktaki kitapların yarıdan fazlası çalıntıydı. Yaşamı boyunca bırakamadığı tek kötü huyu buydu belki de; kitap çalmak. Kendi kendini telkin eder ve bir daha çalmayacağına söz verirdi. Ama sahafların dar dükkânları önüne dizdiği kitap sergilerinin arasında gezerken gözüne takılan sarı yapraklı klasik romanlara dayanamaz, kimse görmeden geniş paltosunun içine birkaç tane sokuverirdi.

Dikildiği yerde sarı sokak lambalarıyla, gri kaldırımların dingin sessizliğine yeniden baktı. Onun gitmesini isteyen insanların kızgın hayali kaybolmuştu, sokağın ortasında kendi evini, sıcak anılarını görüyordu şimdi. Yüzünde beliren tebessüm, bu kez, derin bir sevgiyle birlikte sonsuz acıyı barındırıyordu. Çiçeklerine, kitaplarına, evine duyduğu derin sevgi ve onlara bir daha dokunamayacak olmanın verdiği sonsuz acı… Aynaya bir daha bakmayacaktı. Kıvırcık uzun saçlarını kafasının tepesinde toplar, aynadaki yansımasını dakikalarca incelerdi. Bir kadının kalemle öylesine toplayınca büründüğü doğal –ve fakat muhteşem- görüntüye erişebilmek için yıllarca mücadele etmişti. Belki de on dört yılın en dayanılmaz taraflarına o saçlar şahit olmuştu. Tepesinde topladığı saçları açtı ve lacivert gündoğumuna eşlik eder gibi hırsla savurdu. Önünden beyazlı grili bir kedi usulca geçerken, onun da kendisi gibi yorgun göründüğünü düşündü. Neyse ki onu seviyorlardı. Boğulur gibi dişlerini sıktı, gözlerinden pırıltılı birkaç damla süzüldü. Komşularına, eski dostlarına, onun varlığını bir suçmuş gibi yargılayan ve kapılarını keşfedilmemiş sevgilere kapatan herkese kırgın gidiyordu. Oysa ona göre, keşfedilmemiş sevgiler, duygu alışverişinin yozlaşmış tüm hallerinden azade, yalın ve çıkarsızdı. O sevgisini gönlünce yaşayabilmek için ağır bedeller ödemişti. Hangi erkek aşkı için, hangi patron para için, hangi filozof düşüncelerini benimsetmek için böylesine tutkulu bir mücadeleye girebilirdi? O girmişti.

Ayakları hareket etmeye başladı, yokuşa meydan okur gibi yavaş yavaş iniyordu. Salim’in fotoğrafçısının önünden geçerken bir daha durdu. İki odalı küçük dükkânın arka odasında yaşadıklarını düşündü. İş istemek için gittiği genç adam, kendisini taciz etmiş, sonra tehditler savurup mahalleden gitmesi için ağzından kan gelene kadar dövmüştü onu. Kapıya çıktığında bayılmak üzereydi. Karakola gitmekten ilk defa o gün vazgeçmişti. Polis ne tacize uğradığına inanacak ne de yediği dayağın hesabını soracaktı. Her zamanki gibi… Salim kaçıncıydı bilmiyordu, bildiği tek şey herkesin Salim gibilere inandığıydı. Eve dönerken gördüğü belli belirsiz insan siluetleri gerçek miydi, onu bile bilmiyordu, kimse yardım etmek için yanına gelmemişti. İş istemek için gittiği her yerde tacize uğramaya, dayak yemeye, en iyi ihtimalle psikolojik şiddete maruz kalmaya alışkındı. İnsanlar ona iş vermiyor, parasızlığa mahkûm ediyor, dışlıyordu. Belki ekonomik özgürlüğünü elde etse kendini topluma daha kolay kabul ettirir, hayat mücadelesini bir adım öteye taşıyabilirdi.

Dükkânın camına tükürüp yürümeye devam etti, adımları hızlanmıştı. Yokuşu indiğinde nefes nefeseydi. Deniz kenarındaki kayalıkların arasında taş aramaya başladı. Büyük, ağır bir taş. Kısa süre sonra işini görecek ağırlıkta beton bir kütle bulup eline aldı. İçinde inşaat demiri olan bu parça şehrin her yanını saran şantiyelerin sahile bıraktığı çirkin bir armağandı ve bulunduğu yerle tam bir uyumsuzluk içindeydi. Cebinden çıkardığı kalın ipi taşın kayıp kurtulmasına mahal vermeyecek biçimde dolamaya başladı. Elleri gibi düşünceleri de hızlıydı. Ona ve onun gibilere yaşam alanı bırakmayan herkes şimdi mutlu olacaktı. Erkek bedenine hapsolduğu için toplumsal baskıya yenik düşen kaçıncı kadın olduğunu bilmiyordu. Otuz yıllık ömrünün en büyük arzusu ameliyat olup hissettiği bedende, kadın olarak yeniden doğmaktı. Son on dört yıldır bunun için mücadele ediyordu. Başaramamıştı. Ela gözlerinden birbiri ardına süzülen yaşlar artık durmuyordu. Ardında kalanları düşündü. Ortadan kayboluşunu onlara, kendisini anlamayan kapkaranlık dünyaya armağan edip gidiyordu. Bundan sonra bir gazetenin üçüncü sayfasında haber olacak, böylece dünyada kaplayacağı son alanı da tüketecekti. Belki de yokluğu hiç fark edilmezdi, kimseye bir not bırakmamıştı. Söyleyecek bir şeyi yoktu.

Taşa bağladığı ipi ayağına da sıkıca bağladıktan sonra, bir an bile tereddüt etmeden, suya atladı. Kendini gecenin mavisinden, denizin soğuğuna bıraktı ve suyun içinde gözden kayboldu. Yenildi.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Sanayinin İlkleri - Teşvik-i Sanayi Kanunu

Tamiri Mümkün

Yaşam Hakkı ve Adaylık Tartışması Üzerine